bilgi güçlendirir

aristotales

ARİSTOTELES E BAŞLARKEN Aristoteles’e pratik düşüncenin öncüsü diyebiliriz.Çünkü Platon’un soyut en iyi arayışına karşılık Aristoteles güncel siyasetin gerekleriyle, pratik olanla da ilgilendi. Sadece en iyiyi değil, en iyiye ulaşılamadığında ne yapılması gerektiğini de araştırdı. Salt akıl yürütmenin yanında, olgulara büyük önem verdi ve gözlem, deney ve araştırmaya dayanan bir yaklaşım benimsedi. Gözlemlerinden hareket ederek, gerçek yönetim biçimleri üzerinde durdu ve bunların sürmesine ya da yıkılmasına neden olan faktörleri belirlemeye çalıştı. Platon’un en iyi rejim arayışına karşılık Aristoteles bu arayışın gerçekte bir karşılığı olamayacağının farkında. Bu yüzden, Politika adlı eserinde, hocasının düşüncelerini tamamen reddetmese de kendine göre düzeltmiştir, diyebiliriz. Aristoteles’e göre, siyaset üzerine düşünen kişi, filozof, var olan rejimleri ihmal etmemelidir. Bu soruya yanıt arayan Aristoteles, Politika’da birbirine karşıt iki yaklaşım kullandı.  Bir yanda gözlem ve deneylerden yola çıkarak gerçek yönetimlerin mekanizmasını siyaseti ahlaktan soyutlayacak denli bilimsel bir biçimde inceledi,  Öte yandan felsefi bir yaklaşıma ağırlık vererek bir ideal devlet tasarımı çizdi. Buyrun hep birlikte Aristoteles’in etik ve politika kitaplarının eşliğinde siyasala nasıl baktığını inceleyelim. ARİSTOTALES TE SİYASET VE ETİK Aristoteles’in politika kitabı şu tümceyle başlar; “Kendi gözlemlerimiz.bize,her devletin iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluk olduğunu söyler.İyi diyorum,çünkü gerçekten bütün insanlar eylemlerinde iyi sandıkları şeyi elde etmeye çalışırlar.” Bu tümceyle beraber Aristoteles’in Nikomakhos’a etik adlı kitabındaki ilk tümceler gelir aklımıza; “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylem ve tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’ diye yerinde dile getirdiler.”(Aristoteles1998:1094a 5) Aristoteles’in etiği toplumsal; politikası da ahlakidir. Aristoteles, etik bakımdan tek kişinin özü itibariyle bir toplumun üyesi olduğunu, Politika’da da iyi bir Devlet hayatının yalnızca yurttaşlarının iyi hayatlarında var olduğunu ileri sürer. O zaman devletin erdeminin, yurttaşların erdemine bağlı olduğu açıktır. Aristoteles, daha Nikomakhos’a Etik’in başlangıcında devletin iyiliğinin bireyden daha büyük ve daha tam olduğunu göstermeye çalışmış ve bunu yaparken insanın ahlak yaşamını unutmamıştır. Devletin, insanın ahlak yaşamına nasıl hizmet ettiğini göstererek insanı ahlak ve politika bakımından birer özne olarak tanımlamıştır. İnsan için iyi olanın ne olduğunu etik mümkün kılacaktır; yani politika, etiği de kapsadığından insanın ne olduğu erdem ve ahlakla; ahlakın ne olduğu da politikayla anlaşılacaktır. İnsanın erdemli bir yaşama sahip olması ancak devlette ve toplumda söz konusu olabilir. Bu durumda politikanın amacı yurttaşların nasıl iyi ve bunun sonucu olarak nasıl mutlu kılınabileceğini araştırmaktır. Araştırmayı mümkün kılacak en üstün pratik bilim yani politika, bunu başarmanın yolunu aramaya koyulduğunda öncelikle etik ile ve etiğin sorusu olan iyi ile başlamış ve erdemlerin ne olduğunu araştırmaya koyulmuştur; çünkü Aristoteles’te etik kişisel mutluluğu, politika ise toplumsal mutluluğu amaçlar. O halde bu araştırma, gerek politika gerekse etik bakımından “insan için iyi”yi ve bunun gerçekleştirmesini hedefler. Görüldüğü gibi her insani eylem bir iyi yi hedefliyorsa Toplulukların en üstünü ve her şeyi kapsayanı da en iyiyi hedef edinecektir.Bu bizim devlet dediğimiz bir topluluktur ve bu topluluk türüne de siyasal diyoruz.Siyasal da iyi yi hedefleyecektir. Yani her devlet, iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluktur Yani devletin ereği bir bakıma insanları ahlak bakımından iyileşmelerini sağlayacak koşulları oluşturmaktır. Bu durum iyi yurttaş olmak ile iyi insan olmak arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu bir kez daha gösterir. Bu da aslında politika alanında sorulmuş her sorunun etik düşüncelerine dayandığını gösterir ki bu konuda araştırılacak ilk şey bu sebeple devlet ve onun bir öznesi olarak politik insandır POLiTiK ÖZNE OLARAK iNSAN (ZOON POLiTiKON) İnsan , toplumsal bir varlıktır ve doğası gereği birlikte yaşamaya yatkındır.(Aristoteles:1169b 15-20) Doğal bir yeti olan birlikte yasama yatkınlığı, temelde biri olmadan ötekinin etkinlikte bulunamamasına dayanır. Örneğin, üreme için erkekle dişinin birliği zorunludur, çünkü öteki olmadan biri etkisiz kalır. Aslında bu, doğanın hayvanlara da bitkilere de verdiği, kendi benzerlerini çoğaltma isteğinden ileri gelmektedir yani düşünülerek yapılmış bir seçim söz konusu değildir. Başka bir deyişle erkekle dişinin birliği nasıl doğal bir zorunluluksa insanların birlikte yaşamak için bir araya gelmeleri, bir birlik oluşturmaları da tıpkı bunun kadar zorunludur. Bu zorunluluk, sadece benzerlerini çoğaltma isteğinden gelmez; bunların bir araya gelmelerinden amaç ,ortak güvenliklerin korunmasıdır.İnsanların bir araya gelişinden oluşan toplulukta yöneten ve yönetilenlerin olması da yine aynı sebepten kaynaklanmaktadır. İyi yi hedefleyen insan için “iyi”, sadece “yaşamak” değil, “iyi yaşamak” tır ve topluluklar iyi yaşamayı, yani insanın insan olarak erişmek istediği en yüksek iyiyi sağlamak bakımından yeterli değildirler. İnsanın insan olmak bakımından elde etmek istediği daha yüksek, en yüksek iyi ise ancak siyasal toplulukta, devlette gerçekleşir. İnsanların iyi yaşama arzularını gerçekleştirdikleri devlet, insanın doğası gereğince siyasal bir varlık olduğunu gösterir. DEVLET NASIL OLUŞTU? İlk aile erkeklerin kadınlar ve kölelerin birleştirilmesinden oluşmuştur.Ozan Hesiodos “İlkin bir ev ve bir kadın edin ve bir öküz,sabana koşmak için” derken şunu kasteder.Öküz o zamana göre yoksulun kölesidir.Bu şekilde ilk aileler oluşmuştur.Bu topluluğa kimileri “ahırdaşlar” derken kimileri de “ekmek ortakları” demiştir.Bundan sonraki aşama köydür.Günlük gereksinimlerin ötesinde bir amacın karşılanması için bir çok evler birleşince köy meydana gelir.Bu birlik genel olarak,oğulların ve torunların evlerinin eklenmesiyle doğal bir süreç sonucunda oluşur.Bu köyleri krallıklar yönetiyordu.Homeros bu ataerkil yönetimi “Her adamın çocukları ve kadınları üstünde yasa koyma yetkisi vardır.”diye anlatır.İnsanların o çağda kralları olduğundan ve Ksenophones’in de dediği gibi insanların tanrıları kendilerine benzetme yönlerinden ötürü Tanrıların da bir kralı olduğu inancı vardı.bu köylerin birleşmesinden de polis adı verilen devlet oluşmaktadır. Her şeyin amacı kendi doğasıdır; bir meşe palamudunun doğası gereği büyüyüp meşe ağacı olma eğilimi gibi insanlar da doğaları gereği sahip oldukları potansiyelleri, siyasal topluluklarda yasayarak gerçekleştirme eğilimindedirler.Devlet de kendinden öncekiler gibi doğal bir topluluk biçimidir ve bu diğerlerinin bir amacıdır.Siyasal bir hayvan olan insan da o olmayı amaç edinir.Doğanın insanı siyasal bir hayvan olarak yaratması boşuna değildir.Onu diğerlerinden ayıran özelliği konuşma yetisidir.Konuşmak ses çıkarmaktan oldukça ayrı bir şeydir;ses çıkarma yetisi öteki hayvanlarda da vardır,bununla duydukları acı ya da hazzı anlatırlar.Oysa dil yararlı ve zararlı olanı ,doğru ve yanlış olanı bildirmeye yarar.Bir aile ya da bir şehri meydana getiren şey de bu konularda ortak bir görüşü paylaşmaktır. Bütün parçadan önce geleceği için ve parçayı bütünden ayrı aldığımız zaman parçanın anlamını yitirmesinden dolayı -ki buna en güzel örnek bir bütün halinde var olan vücudumuzdaki bir elin ancak vücutla berberken işlevinin değerli oluşudur.-işte bundan ötürü insan devletin bir parçasıdır Devlet bireye göre daha yetkindir. Birey eğer kendinden yetkin olan devleti kuruyorsa bu diğer bireylerden onu üstün kılacaktır.İnsan tam gelişme durumuna ulaştığı zaman nasıl insanların en üstünü haline geliyorsa yasa ve kurallardan ayrılınca da en kötüsü haline gelecektir.En yüksek kötülüğün silahlı olan tarafından yapılacağını dile getirir.Silah tutan kişi ne kadar erdemli olmak istese de silahın onu erdemsizleştirmesi de oldukça olağandır.Adalet devletin orta direğidir.Siyasal topluluğun temeli haktır ve hak neyin adaletli olduğuna karar vermenin ayracıdır. Şehri meydana getiren şeylerin başında ailenin olduğunu söylemiştik .Aristoteles çözümlemeler yaparken en küçük parçalara bakar.Bir ailenin en küçük parçalarına bölünmesi üç çift ortaya çıkarır: *Efendi ile köle(zorbalık) *Koca ile karı(kocalık) *Baba ile çocuklar(babalık) Bir de bunların yanında para işleri vardır Aristoteles bu dört unsur içerisinden efendi-köle ve para işlerini ele alacaktır.Çünkü yurttaşlar için yüksek bir yaşam düzeyinin sağlanması bunların her ikisine birden dayanır.Kimilerinin gerçekten özgür olabilmesi için ötekilerin köle olmaları gerekir.Uygar bir halkın kendi kültür kalıtımını sürdürebilmek için öteki ırkları sömürmesi ve onları tüm insan haklarından yoksun bırakması gerekir.Aristoteles’e göre bundan başka çıkar yol yoktur. EFENDİ-KÖLE İLİŞKİSİ Aristoteles politika kitabının 3. bölümünde efendi-köle ilişkisini açıklarken daha önceki eserlerinde de yapmış olduğu gibi kendinden önce yapılan tanımlamalara bakmaktadır. Kölelik ile ilgili iki perspektif vardır ve Aristoteles her ikisini de eleştirir. Buna göre bazı kimselere göre, efendilik etmek belli bir çeşit bilgiyi gerektirir ve bu bilgi, bir evi yönetmek ya da bir devlet adamı, bir kral olmak için gerekenden farksızdır. Bazı kimseler ise efendinin köleyi yönetmesinin doğaya aykırı olduğunu, bu ayrımın sadece bir uylaşımdan ileri geldiğini, çünkü efendi ile köle arasında aslında doğaları itibariyle bir farklılık bulunmadığını ve bu yönetim türünün zora dayandığını; bu sebeple de haksız bir şey olduğunu düşünür. Köleliğin bu iki perspektifle ilgisi olmadığını göstermek için öncelikle kölenin doğasının neliği araştırılmalıdır. Kölenin doğası yani işlevi, aile ekonomisi ve mülk edinmede yatar. Mülk ailenin, mülk edinme ise aile ekonomisinin bir parçasıdır; çünkü iyi bir yasam hatta yaşamın kendisinin olması için belli bir düzeyde servetin olması gerekir; tıpkı sanatta olduğu gibi. Belirli bir sanat açısından uygun araçların var olması o işi yapmak için zorunludur. Araçlar cansız olabilecekleri gibi canlı da olabilir. Örneğin bir gemi kaptanı cansız bir dümen kullanır, fakat canlı bir adam ona gözcülük yapar. Bu durumda bir sanatta çalışan işçi, o sanat açısından, işin araçlarından biridir. Mülkiyet konusu için de aynı durum geçerlidir; çünkü mülk denen herhangi bir şey, bir kimsenin yaşamasını olanaklı kılan bir araçtır. O kimsenin mülkiyeti, malvarlığı ise, kölelerin de içinde yer aldığı, bu gibi araçların bir toplamıdır. O halde köle, canlı bir yaratık olduğu için, birçok araçlar değerinde bir araçtır. Bu durumda köle, hem bir araç hem de bir mülktür. Köle, araçtır; ancak bir üretim aracı değildir. Çünkü “yaşam üretim değil, eylemdir; onun içindir ki, mülkiyet konusu olarak köle, eyleme yarayan şeylerden biridir.” Yani bizzat üretimin içinde bir makine olmayan köle, tamamen efendisinin mülkiyeti altındadır. Başka bir deyişle bir köle, efendisinin üretimini sağlayan bir köle değildir; efendisinin mülkiyeti olan ancak yaşamı kolaylaştıran bir işlevi yerine getiren bir mülktür. Efendi ise kölesinin efendisidir. Bu durumda “doğadan kendi kendisinin olmayan, bir başkasına bağlı olan bir kimse, doğadan köledir; bir kimse bir mülkiyet konusu olursa, yani ayrı bir varlığı olan ve yaşama amaçlarına yararlı bulunan bir araç olursa, (o zaman) bir başkasının malı olur.”Efendi ise bunun tam tersidir. Her varlığın işlevi, doğasına uygunluğu ise birini, doğası gereği köle olarak, birini doğası gereği efendi olarak kabul etmek için doğada bunların gerçekten olup olmadığının araştırılması gerekir. Doğada birinin buyruk vermesi, bir başkasının ise söz dinlemesi olgusu ilkece karşı koyulamaz bir şeydir. İnsanlar daha doğdukları anda yönetecekler ya da yönetilecekler olarak ayrılmıştır. Birçok çeşidi olan yöneten-yönetilen ilişkisine, ortak bir birliği olan her şeyde ve her yerde rastlanır. Doğası olan her varlıkta özellikle de canlı varlıklarda görülür; örneğin canlı varlıklar akıl ile bedenden oluşur, bunlardan birincisi yöneten, ikincisi yönetilendir. Şüphesiz bedenin zihni yönettiği durumlar da vardır; ancak bu kendi içinde kötü ve doğaya aykırı bir şey olduğu için, kötü insanlarda ya da kötü koşullar içinde bulunan insanlarda rastlanır. Bu nedenle yapılan araştırmalar, yozlaşmamış ya da bozulmamış biçimlere dayandırılmalıdır. Yönetme- yönetilme durumu akıl ve beden ilişkisinde yönetenin akıl, yönetilenin beden olduğu bir doğallık içinde bulunur Yönetme-yönetilme ilişkisinin görüldüğü başka yerlerden bazıları da efendinin, kölesini yönetmesi; devlet adamının, yurttaşlarını ya da kralın uyruklarını yönetmesidir. Aslında bütün bunlar ruh-beden bağlamında yapılan ayrımlardır. Akıl ya da ruh yönetici ilkeler; beden, duygu ya da tutku ise yönetici ilkeler ile yönetilen ilkelerdir. Aristoteles tam da bu konuda canlı varlıkların bazılarına üstünlük bazılarına aşağılık derecelendirmelerinde bulunur. Örneğin evcil hayvanlar, vahşi hayvanlardan; erkekler, dişilerden daha iyi ve üstündür. Bu nedenle evcil hayvanların, vahşi hayvanları yönetmesi; erkeklerin de kadınları yönetmesi daha yararlı ve iyidir, çünkü daha iyi olanların yaptığı iş ya da daha iyi olanlardan çıkan iş, daha üstün bir iştir. Aksi durum ya da ikisinin eşitliği ise hepsi için oldukça zararlıdır. Tüm insanlık için de genel olarak geçerli olan bu durum, kölelerin doğasını da açıklamaktadır. “…iki insan topluluğu arasında, zihinle beden ya da insanla hayvan arasında ki kadar geniş bir ayrılık olan her yerde, isleri bedenlerinin kullanımından ibaret kalan ve kendilerinden daha iyi bir şey beklenemeyecek olanlar, doğadan köledir.” Bu nedenle bazı insanlar doğaları gereği özgür, efendi, yöneten; bazı insanlar ise doğaları gereği başkasına bağlı, yönetilen ve köledir. Bu nedenle efendilerin köleleri yönetmesi daha iyidir. Aslında tür olarak ikisi de “insan”dır; ancak köle, efendiye göre daha aşağı bir insandır. Doğası gereği köle olan biri, bir başkasına bağlı olan ve akıl yürütme yetisinden anlayacak kadar pay alan, ama ona sahip olacak kadar pay almayan bir kimsedir. Öteki hayvanlar, sahiplerine akıllarını kullanarak değil, söz dinleyerek hizmet ederler. Kölelerin kullanılması da, evcil hayvanlarınkine benzer; yani köleler de efendilerinin sözünü dinleyerek hizmette bulunurlar. Bu nedenle hem hayvan hem de köle, özgür insanların bedensel gereksinmelerinin giderilmesinde yararlanılır; çünkü doğa, özgür kişilerle kölelerin bedenlerini ayrı ayrı yapmıştır. Örneğin köleler, zorunlu kol isleri için yeterince güçlü olarak; özgür kişiler ise bu çeşit işler yapmayacağından dimdik yaratılmıştır. Fakat doğanın amacı böyle olsa da, terside sık sık görülmektedir. Özgür kişilere yakışır bir bedeni olan, ama zihni olmayan ya da zihni uygun olmakla birlikte bir köle bedeni olan insanlar vardır. Bu durumda bedensel özellikler ile zihinsel özelliklerin kıyaslamasını yapmak, efendi-köle ayrımının yapılmasında pek geçerli olamaz; çünkü zihnin nitelikleri beden niteliklerine göre zor belirlenir. Bu durumda bazı insanlar sonradan gelişen bedenleri sebebiyle ya da zihinleri sebebiyle köle ya da efendi olamayacaklarına göre bazıları doğaları gereği doğuştan özgür; bazıları ise doğaları gereği doğuştan köledir. Doğal köleliğin yanında bir de yasalardan ya da uylaşımlardan ileri vardır ki buna “geleneksel kölelik” denmiştir. Savaşta ele geçirilen gelen kölelik bütün ganimetler nasıl ki yasal olarak, onları kazananın malı sayılıyorsa köle de ganimet gibi savaşta kazanılabilir. Bu durumda adil olmayan bir savaşta her kaybedenin köle sayılması ya da köle olmayı hak etmeyen bir kimse için (soylu bir kimse gibi) köle deyiminin kullanılması yerinde olmaz. Bu nedenle, böyle insanlara köle denemez ve bu, doğadan köle olarak tanımlanamaz. O halde “…bazı kimseler her yerde köledir, bazı kimseler ise hiçbir yerde köle değildir.” Yani doğası gereği köle olan her yerde köle; soylular ise her yerde soyludur. Bu nedenle geçek anlamda köle, doğası gereğince köle olandır. Doğada biri yöneten, biri yönetilen ya da itaat eden gibi iki çeşit ilişkinin bulunması, otoritenin varlığını mümkün kılmıştır. Otoritesini kötü kullanan kişi ya da isini iyi yapamayan efendi, hem kendisinin hem de yönetilenin ya da kölenin çıkarına aykırı bir şey yapmış olur. “…çünkü parça ile bütünün, ruhla bedenin çıkarları özdeştir; köle ise bir anlamda efendisinin bir parçasıdır, onun bedeninin canlı, ama ayrı bir parçası gibidir. Yine bu nedenle, efendi ile köle doğadan bu ilişkiye uygun kılınmış olunca aralarında karşılıklı bir sevgi duygusunun bulunması faydalıdır. YÖNETİM Bütün yönetim biçimleri bir değildir.Bir ev halkının yönetimi monarşidir,çünkü her evin bir tek yöneticisi vardır.bir devletin yönetimi ise özgür ve eşit insanlar üzerinde bir yönetimdir.Köle köleden efendi de efendiden üstün olabilir.Çünkü bazıları aşağılık bazılarıysa saygıdeğer işlerde vardır.Yani her iki topluluk için tüm üyeler birbirine eşit değildir. Ve bir kimse köle edinmekle değil onları kullanmakla efendi olur.Fakat köle kullanma bilgisi saygıdeğerliliği olan bir bilgi türü değildir,çünkü bu köleleri-nasıl yapılacağını zaten bilmesi gereken-ödevlerine yöneltmeyi bilmekten ibarettir.Dolayısıyla durumları elverişli olan efendiler bu görevi üstlenecek bir bakıcı tutarak kendilerini devlet işlerine yada felsefeye verirler. Devlet, yurttaşlar arasında eşitlik ve benzerlik temeline dayandırılmış olunca, bu yurttaşlar kendilerinin sırasıyla yetkiyi kullanmak, devleti yönetmek hakları olduğunu iddia ederler. Ortak iyiliği amaçlayan anayasalar, bu yetkiyi mutlak adalete uygun olarak yönlendirmektedir; sadece yöneticilerin iyiliğini amaçlasalardı yanlış olurlardı. Özgür insanların birliği olan devlet, efendinin iyisi, babanın iyisi için değil özgür tüm insanların iyisi için vardır. Eğer devlet, “insan için iyi”yi gerçekleştirecek bir varlıksa, ailede ya da köyde olduğu gibi köle, kadın ve çocuğa aşağı insanlar muamelesi yapılacak mıdır? Oysa insan, tür olarak insan ise yani tüm insanlar tek bir türün üyesi ise bir kısmının “daha insan”, bir kısmının “daha az insan” olduğunu belirlemek “insan için iyi” söz konusu olduğunda bunlardan birini dışlamaz mı? Erkek , kadından tür olarak değil, aklını kullanabilmesi, muhasebe ve muhakeme yapabilmesi sebebiyle üstündür. Erkekle kıyaslandığında kadın, erkeğe göre aşağı bir varlık olsa da üstün olduğu yanları da vardır. Kadının üstünlüğü bedenle ilgilidir yani kadın güzellik, boy pos, ruhça kendine egemen olma özellikleri ile aşağılık olmayan bir varlıktır. Bedenle ilgili dışsal şeyler köleler ve çocuklar için de sıralanabilir. Devlet, erdemli ve iyi yaşamı gerçekleştirmeye yönelen bir bütün olarak bunları da içine alır; ancak erdem, beden gibi dışsal şeylerin değil ruhun etkinliği olduğundan köle, kadın ve çocuklar doğaları uygun olmadığından siyasal yaşamda yöneten erkin dışında kalırlar. Yöneten ve yönetilen ayrımının olduğu yerde, bir köle, kadın ya da bir çocuğun yani yönetilenlerin erdemleri yok mudur? Örneğin köle için cesaret, adalet gibi erdemlerden söz etmek yani kölenin ahlaksal sorumluluğu olan bir varlık olarak yüksek bir nitelik taşıması söz konusu olabilir mi? Politika’da bu soruya hem olumlu hem olumsuz olarak verilmiş iki cevap bulunur. Kölelerin erdemleri olduğunu söylemek özgür kişilerle köleleri ayırmamızı zorlaştıracak; erdemleri olmadığını söylemek de akıl yetisine sahip insan olarak köleyi, insan-olmayan olarak adlandırmak anlamına gelecektir. Bu ise kölenin ahlaksal bir varlık olup olmadığını araştırmada, araştırmacının isini güçleştirecektir. Her ne kadar köle, evcil bir hayvan olsa da bir erdemi vardır. Erdemi olan her varlık ahlaksal bir varlık ya da ahlaksal bir özne değildir, tıpkı köle gibi. Kölenin erdemi işlevine uygunluğu ile itaat etmektir yani köle, efendisine hizmet ettiği ölçüde erdemli olacaktır. O halde kölenin, kadının ve çocuğun yönetilen olarak erdemden yoksun olduğu söylenemez; fakat onlarla aynı erdeme sahip oldukları da söylenemez. Yönetenin yöneten olarak erdemleri, yönetilenin yönetilen olarak erdemleri vardır. Nikomakhos’a Etik’te erdem sorgulaması ruhun bölümleri ile yapılmıştır. Erdemleri birbirinden farklı olan doğal egemen ile doğal uyruk, ruhtaki akıllı olan bölümle akıllı olmayan bölüm ya da yönetenle yönetici arasındaki ayrımdan kaynaklanır. Yani erdemlerinin farklı olması doğaldır; örneğin, özgür kişinin köle, erkeğin dişi, adamın oğul üstündeki yönetimi ya da egemenliği hep doğal ve ayrıdır; çünkü her birinde ruhun bölümleri bulunmakla birlikte, dağılımları ayrı ayrıdır. Örneğin, ruhun düşünme yetisi kölede hiç yoktur, kadında vardır ama islemez, çocukta ise daha gelişmemiştir. Bu, hepsinin erdemden ayrı ölçüde pay aldığını ve her birinin erdeminin kendi işinin gerektirdiği kadar olduğunu gösterir. O halde yönetende ahlak, erdem tam olarak bulunmalıdır; çünkü yöneten, ruhun akıl sahibi yanını kullanır. Köle, kadın ve çocuğun ise her birine uygun ölçüde erdemleri olmalıdır. Bir köle, kendisi olmaksızın hiçbir insanın iyi yaşayamayacağı,boş zamanı mümkün kılan bir alettir, bir“eylem elçisi”dir. Köle, boş zamana sahip olsa bile iyi yasamaya ve mutlu olmaya gücü yetmez; çünkü köle akıl yürütemez, gerçek mutluluk olan bilme gücünden de yoksundur. Bu yüzden köle, özgür olsa bile mutlu olamayacaktır. Mutlu olamamak, erdemsizliği getirmez; çünkü erdem işleve uygunluktur ve kölenin de işlevi vardır tıpkı ailedeki kadın ve çocuklar gibi. Aileyi oluşturan her parçanın ayrı ayrı erdemleri vardır. Bu parçalar bütün olarak ailenin parçaları; aile de bütün olarak devletin parçasıdır. Parçanın erdemi, bütünün erdemine hizmet ettiğinden aile de devlete hizmet etmektedir. Aile devletin ilk basamağı ama bizzat kendisi değildir ve devletin doğasında aile gibi birlik değil, çokluk vardır. Çokluk hem nicelik hem nitelik bakımından çokluktur; çünkü devlet farklı türden insanlardan oluşur. Devletin aileden üstün bir varlık olması onun içinde farklı insanları, çokluğu taşımasındandır; eğer bir olan çok olandan daha iyi bir birlik olsaydı en iyi birliğin aile olması gerekirdi; oysa devlet, aileden de iyi bir varlıktır. Bu durumda devletin doğası ve işlevinin ne olduğu, erdeminin olup olmadığı, yurttasın devlette ne anlam taşıdığı gibi soruların cevapları aranmalıdır. YURTTAŞ İNSAN Aristoteles’te insan politik bir hayvandan önce toplumsal bir varlıktır.Toplumsal yaşamı ise “oikos” ve “polis” yaşamı olarak ikiye ayırır. Oikos, yaşamın devamı için gerekli, ihtiyaçlarla ilgili olan aile yaşamı ya da özel yaşamdır; polis ise, insanın siyasal yaşamına karşılık gelen kamusal yaşamdır. Oikos ve polis ayrımı ile ortaya konan ve güncelliğini her zaman sürdüren özel alan ve kamusal alan tartışmaları, insanın yaşam sınırlarını belirleme konusunda kimi zaman siyasal yaşamı, kimi zaman özel yaşamı üstün kılmıştır.ama polis yaşamı için oikos yaşamı gereklidir çünkü devlet ailelerin birleşmesiyle oluşmuştur. Siyasal ya da kamusal alanı özel yaşama indirgemek insanı hayvansallaşmaya mahkum etmektir; oysa insan dil ve politik eylem yetileri sebebiyle hayvandan ayrı bir doğaya sahiptir. Oikos içinde kullanılan dil, arzu ve ihtiyaçların dili; polis içinde kullanılan dil ise insanı, siyasal bir varlık kılan dildir. Ahlak ve politika, dil ile oluşmuş eyleme dayandığından insana, “insan” olma yolunu açan oikos yani özel yaşamı değil; polis yani kamusal yaşamıdır. Yani insanın doğasına uygunluğu, ahlak ve politikanın bir öznesi olarak kamusal alanda mümkündür. Oikos yasamı, tercihen içinde bulunulan bir yaşam değildir; aksine zorunluluk ve doğaya bağımlılık alanıdır. Zorunluluk ve doğaya bağımlılığın olduğu yerde ise tercihli eylem söz konusu olamayacağından oikos yaşamı, hedeflenen bir yasam olamaz. Polis yaşamı ise özgürlük ve istikrar alanı olarak tercihli eylemlerin olduğu bir yaşamdır. Yaşamak değil, iyi yaşamanın amaç olduğu polis yaşamı, bu nedenle oikos yaşamına göre daha büyük olan iyidir; başka bir deyişle polis, ahlakın işlevselliğini ve ahlakın sürekliliğini sağlayacağından oikos’a göre daha iyi bir yaşamdır. İnsanın erdemliliği sadece kamusal yaşamda mümkün olabilir. İnsanın kamusal yaşamın öznesi olması yani yurttaş olması, erdemli yasam sürmesiyle doğrudan ilişkilidir. Yurttaşın yaşamı iyi yaşamdır ve iyi yaşam, bedensel ve biyolojik yaşamdan dolayısıyla sıradan yaşamdan ayrıdır. Şüphesiz yasamın zorunluluklarına egemen olmadan yaşam da iyi yaşam da olanaksızdır. Dolayısıyla öncelikle yaşamın zorunlu yanları karşılanmalıdır. Yaşamın zorunlu yanını oluşturan aile yaşamı ya da oikos, polis’teki iyi yasam ve yurttaşların özgürlüğü için bir ön koşuldur. Dolayısıyla toplumsal ve siyasal bir varlık olan insan, gerek aile ya da özel yaşamın; gerekse polis ya da kamusal yasamın bir üyesidir. Polis, kamusal alanla aynı şeyse; yurttaş da kamusal alanın üyesidir. O halde yurttaşın kim olduğunu, kimlere yurttaş denilebileceğini araştırmak, bir taraftan da kamusal alanın sınırlarını çizmek ve içini doldurmak anlamına gelir. Yurttaşın ne olduğu, kim olduğu konusunda genel bir anlaşma olduğunu, ortak tanım olduğunu söylemek mümkün değildir; yani bir demokraside yurttaş olan bir kimse, bir oligarşide yurttaş olmayabilir. Bu nedenle bazıları yurttaşlığı sadece belli bir yerde oturmak olarak tanımlar; oysa belli bir yerde oturmak yurttaşlığı getirmez, eğer öyle olsaydı yabancılar ve kölelerin de yurttaş olması gerekirdi. O halde bir ülkede sürekli yaşayan insanlarla yurttaş tanımı yapılamaz. Bunun dışında bazıları, yurttaşlığı mahkemeye gidebilen, dava açabilen ya da dava edilebilenler olarak tanımlar. Oysa bu da çok geniştir; bir ticaret sözleşmesine, taraf olarak, giren herkes için mahkemeye gitme yolu yarı yarıya ya da tam olarak açıktır, bu nedenle bu da yurttaşlığın tanımını vermez Bazıları ise yurttaşı, hem babası hem anası yurttaş olan bir kimse olarak tanımlamaktadır; hatta ileri giderek yurttaşlığı birkaç kuşakta arayanlar da olmuştur. Oysa kuşak olarak geriye gidilerek yapılan bir tanımlama yurttaşlığı vermez; çünkü ilk yurttaşı yurttaş yapan şeyin ne olduğu sorusu hala cevaplanmadığından yurttaşlığın ne olduğu da tanımlanmamış olacaktır. Böylece yurttaşın ne olmadığı ortaya koyularak neliğinin sorgulanmasının önü açılmış olmuştur. Yurttaşlığın asıl anlamda karakteristik özelliği, hukuksal bir yönetim içinde yer alması ve yönetici topluluğa üye olmasıdır. Bu anlamda devlet de yurttaşların bir anayasa içinde birleşmeleri anlamına gelir. Yani devlet, ussal ve sosyal bir etkinliğin bizzat kendisi olarak etkinliği yapanın yani insan olarak yurttaşlarının toplamıdır. Devletin özneleri olan yurttaş ise “…bireysel var olusun “kamusal” yüzüdür.” Yani yurttaşlık, bir zoon politikon olmanın zorunlu koşuludur. Kamusal alanı oluşturan yurttaşların, bir arada yaşamalarını düzenleyecek ve belirli ilkeleri göz önünde bulunduracak normlara ihtiyaçları vardır. Bu nedenle devlet içinde yaşayanları örgütlemenin bir yolu olarak anayasalar meydana getirilir. Yurttaşların anayasası değiştikçe ya da ayrı bir türden oldukça devlet de değişir. Bu durumda yurttasın ne olduğu yönetim biçimine; devletin yönetim biçimi de yurttaşın anayasasına göre değişir. Yani yurttasın en önemli ayırt edici yanı yargıya ve yetkeye katılması, yani yasal, siyasal ve yönetsel görevler almasıdır. Bu manzara yurttaşın, kamusal alanın belirleyicisi olarak merkezde yer aldığı, aynı zamanda birilerinin dışarıda kaldığının resmidir. Resmin dışında kalan “insan”ın konumunu belirleyen şeyler ancak, resmin içini dolduran “yurttaş insan”ın araştırılmasından sonra açığa çıkacaktır. Yurttaş basit anlamda devletin bir parçası olarak değil, bir “tür”ün üyesi olarak ele alınmalıdır. Bu durumda insanı devlette, toplumda diğer insanlardan ayıran yanının, onun doğasından mı kaynaklandığı sorgulanabilir; eğer yurttaşın tek bir doğası olsaydı, yurttaş her yerde, bütün devletlerde aynı şekilde tanımlanmaz mıydı? Oysa çeşit çeşit devletlerin ve anayasaların olması, çeşit çeşit yurttaşların olduğunu hatta bir devlette“yurttaş” ve “iyi yurttaş”ın olması, “yurttaş”ın tür olarak “insan doğası” ile bağlantısını gösterir. Söz konusu “insan doğası” olduğunda “iyi insan” ile “iyi yurttaş” arasındaki farkın araştırılması kaçınılmazdır. İyi bir devlet bütün yurttaşlarının iyi olmasına bağlıdır. Bunlar ayrı ayrı iyiler olabilir; çünkü bir devlet, birbirine benzemeyen parçalardan oluşur. Nasıl ki bir canlı yaratık ya da hayvan, beden ve ruhtan; ruh, akıl ve tutkudan; bir çift, koca ve karıdan, bir işyeri efendi ve kölelerden meydana geliyorsa bir şehir, bir devlet de bütün bunlardan ve hepsi ayrı ayrı, daha birçok şeylerden oluşur. Dolayısıyla, bütün yurttaşların iyiliği aynı değildir.Hatta bir yurttaşla bir yöneticinin de iyiliği aynı değildir. Bir yöneticinin iyiliği ile bir yurttaşın iyiliği aynı olmadığına göre bunları iyi yapan işlevler farklıdır. Devlette, buyruk vermeyi bilmek kadar söz dinlemesini bilmek, itaat etmek de iyi bir şeydir; nitekim iyi yurttaşlığın iyiliği de buradadır. Yönetenin iyiliği, yönetmede iyi olmak; yurttaşın iyiliği ise hem yönetmede hem söz dinlemede iyi olmaktır.Bunun yanında iyi bir yurttaşın hem yönetme hem yönetilme bilgi ve yeteneğinin olması gerekir. Diğer insanlar tutkuları, duyguları ile eylerken bir yönetici aklını kullanır.ama bazı durumlarda yönetici de de akıldan yoksun olan yan ağır basabilir.İşte tam bu noktada devletin en yüksek erdemi olan adalete ve adaleti gözetecek bir üst merciye gereksinim vardır ve bu üst merci yasalardır. YASALAR “Yasanın kendisi bir çeşit düzendir ve iyi yasalar altında yaşamak iyi düzen içinde yaşamaktır.” İnsanı “iyi” kılan erdem; “iyi yurttaş” kılan ise yasalardır. Yasalar, erdeme uygun yapılmışsa iyi bir yurttas aynı zamanda iyi bir insan olur; fakat erdeme uygun yapılmamışsa yasalara uyması bakımından insan, “iyi yurttas olabilir ancak “iyi insan” olamaz. Yasalar, insanlığın “insan” olarak varlığını sürmesi bakımından devlette, yöneten kadar önemlidir. Yöneten dışında yurttaşın durumu da anayasaya bağlıdır. Ayrı ayrı anayasaların varlığı, ayrı ayrı yurttaş türleri anlamına gelir; bunların içinde tam anlamıyla yurttaş, yönetimde payı olan bir kimsedir. Çünkü “yurttaş, sadece bir şehir devletinin bir uyruğu ya da sadece şehir devletinin varlığı için bir araç değil, şehir devletinin bir üyesidir.” Bu üyenin temel işlevi ise kendi erdemine uygunluğudur. Bu durumda yurttaş, kendi işlevlerini yerine getirdiği ölçüde yurttaşlığın koşullarını sağlamış olur. Anayasalar yurttaşların toplamıdır. Birçok yurttaş topluluğu bulunduğu için birçok anayasa çeşidi de vardır. Doğru olduğu kabul edilen ve herkesin iyiliğini sağlamayı amaçlayan anayasa çeşitleri ve bir de bunlardan sapmalarla oluşan anayasa çeşitleri mevcuttur; bunlar egemenliğin bir adamın, bir azlığın ya da bir çokluğun elinde bulunacağı anayasalardır. Bir anayasa ister bir kişi, ister azlık, ister çokluk ile oluşturulsun; eğer devlet, ortak yararı sağlama amacı ile yönetiliyorsa bu anayasalar doğru anayasalardır. Buna karşın sadece bir kesimin çıkarı gözetiliyorsa, bu kesim ister bir kişi, ister azlık ister belirli bir kesim olsun, söz konusu anayasa bir sapmadır.Bu sebeple doğru anayasalar ya ortak iyiliği amaçlayan bir kişinin yönetimi yani krallık; ya ortak iyiliği amaçlayan bir kişiden çok ama bir azlığın yönetimi yani aristokrasi; ya da ortak iyiliği amaçlayan yurttaşların hepsinin uyguladığı yönetim yani siyasal yönetim olacaktır. Doğru anayasalardan sapma krallıktan tiranlığa; aristokrasiden oligarşiye; siyasal yönetim ya da çokluğun anayasal egemenliğinden ise demokrasiyedir. Tiranlık tek yöneticinin çıkarını; oligarşi varlıklı insanların çıkarını; demokrasi ise yoksulların çıkarını gözettiği için çoğunluğun çıkarını unutturan anayasalar, birer sapmadır.O halde doğru anayasalar, yurttaşların karakterlerinin ortak iyiye göre şekillendiği anayasalar; sapma anayasalar ise ortak iyinin olmadığı, bireysel ya da bir grubun çıkarları ile şekillenen anayasalardır. Aristoteles’e göre mümkün olan tüm yönetim biçimleri içinde en kötü olanı, insanları statüsüne çeviren tiranlıktır.Tiranlık, siyasal birlik üstünde despotça yürütülen bir monarşi biçimidir, tıpkı ailede efendinin, köleyi yönetmesi gibi. Egemen güç mülkiyet sahiplerinin eline geçtiğinde oligarşi; birikmiş bir serveti bulunmayanların, varlıksızların ellerine geçtiğinde ise demokrasi olur. O halde oligarşiyle demokrasiyi birbirinden ayıran gerçek, servetin varlığı ya da yokluğudur. Bu durumda siyasal güce sahip olmanın ekonomik güce ya da servete sahip olmaktan kaynaklandığı yerde, kişilerin sayısı ister çok ister az olsun bu, oligarşidir; mülkiyetsiz sınıf güce sahip olduğunda ise bu, demokrasidir. Yani siyasal gücü belirleyen esas şey servettir. Yönetim biçiminin servete göre belirlenmesi, o yönetim biçiminde “adaletsizlik”e karşın adaletin ne anlama geldiğini de gösterir. Kuçuradi’ye göre adalet özlemi, insanların en eski özlemlerinden biri; adaletin ne olduğu ise, en eski sorunlarından biridir. Platon’a göre adalet, yaşamda takip edilmesi gereken bir yol; Sokrates’te uğrunda ölmeye değer bir erdem yani sadece toplumsal değil aynı zamanda bireyi ilgilendiren bir erdemdir.Aristoteles felsefesinde de bireysel bir erdem olarak vurgulanan ancak asıl anlamını toplumsallığında bulan adalet, devletin erdemidir. Devletin bu erdemi ne kadar öncelediği ise anayasalarına yansır. Anayasaları oluşturan insandır ve herkes adaleti amaçlar. Devletlerin iyi ya da kötü modeller olarak tasnif edilmesi, onların “adalet” tanımlarından kaynaklanır. Her model, şu ya da bu çeşit adaleti gerçekleştirmeyi hedefler; fakat tasarladıkları adaletin tanımları muğlâktır. Bu durumda demokrasi için adalet, eşitlik iken; oligarşi için eşitsizliktir. Ya da demokrasiden yana olanlar için hak, çoğunluğun üzerinde anlaştığı şey iken; oligarşiden yana olanlar için hak, “zengin ve elit” azınlığın üzerinde anlaştığı şeydir. Bunların doğruluk payı olsa da bütün bütün doğru değillerdir. Şöyle ki adalet, elbette eşitliktir ancak herkes için değil ancak eşit olanlar için eşitliktir. Yine adalet elbette eşitsizliktir; ancak herkes için değil eşit olmayanlar için eşitsizliktir.O halde bir şeyin adalet olduğuna karar verirken “kimin için” olduğunu ve eşitlik ile eşitsizliği oluşturan şeyin “ne” olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir; bu yapılmadığı taktirde önemli hatalara neden olur. Çünkü insan, özellikle kendi çıkarları söz konusu olduğunda kötü yargıçlık yapar.İnsan, eylemleri için tercihte bulunurken akılsal olanın dışında yani iştah ile hareket edebilir, hak’tan yana değil çıkarlarından yana davranabilir. Oysa gerçek anlamda adalet, insanın kendi çıkarı için iyi olan değil, toplum için iyi olandır; devletin temel erdemi olmasının temelinde de genel için iyi olması vardır. Adaletsiz insan, yasaya uymayan, çıkarcı ve eşitliği gözetmeyen insan; adaletli insan ise yasaya uyan, ortak çıkarı hedefleyen ve eşitliği gözeten insandır.Adalet diğer erdemleri, kendinde taşıyan bir erdem olarak “başkası ile ilgili” olandır. İnsanın kendine iyi davranması da erdemdir; ancak başkasına erdemli davranması en büyük erdemdir. O halde “adalet, erdemin bir parçası değil, erdemin bütünüdür; karşıtı olan adaletsizlik ise kötülüğün bir parçası değil, kötülüğün bütünüdür.” Yani adalet, iyiliğin ve kötülüğün toplumsal karşılığı olan erdemdir. İyilik, bütün bilgi ve etkinliklerde amaçlanan erek olarak devletin ve yurttaşların etkinliklerinin de ereğidir. Devlette amaçlanan iyilik, bütün topluluğun iyiliği olarak adalettir. Adalet dışında eşitlik hatta özgürlük de toplumda arzulanan iyiliklerdendir. Bu mümkün olmadığına göre özgür ve mülkiyet sahibi olmak, bir devletin oluşması için yeterli görünür; ancak yeterli değildir. Bunların tümü var olmadan bir şehrin yaşamını ve işlerini devam ettirebilmesi olanaksızdır; “özgür nüfus ve servet olmadan bir şehir hiç olamaz, adalet ve yiğitlik olmadan da iyi yönetilemez.” Devlet, yurttaşların iyiliğini ya da kötülüğünü göz önünde bulundurmalıdır. Dolayısıyla bir devletin sözde değil, gerçekten devlet adını taşımaya layık olması için erdemleri tanıması ve bir amaç olarak peşinden gitmesi gerekir. Devlet, herkesin, aileleri ve akrabaları içinde iyi yaşamalarını, yani tam ve doyurucu bir yaşam sürmelerini olanaklı kılabilmek için vardır. Nitekim, devlet için adalet, devletin iyiliğine ve yurttaşların ortak yararına olandır. Başka bir ifadeyle devlet, bir bakıma iyi yaşamın garantisidir ve iyi yaşamak demek de mutlu ve soylu yaşamaktır. Hakkı gözeten yasalar, herkes için konur. Bu durumda daha büyük ya da daha aşağı pay almak, siyasal yaşamda mutluluğu ve onun öğelerini oluşturan ya da koruyan şeylerle yani “hak” ile yakınlığının bir ifadesidir. Devletin mutluluğu, toplumun da mutluluğudur ve devletin mutluluğuna doğrudan katkı sağlayanlar, bu sebeple daha büyük pay hak ederler. Hak yasaya ve eşitliğe uygun; haksızlık yasaya ve eşitliğe aykırı olandır. İyi yönetim biçimleri olan krallık, aristokrasi ve siyasal yönetimin her birinde farklı insan anlayışları ortaya çıkar. Krallık, ilk yönetim biçimi olarak yöneten insan ve yönetilen insanı birbirinden ayırmıştır. Tek kişinin yönetimi olan krallık, insan doğasının akılsal yanına dayanarak devlet içinde akli yetileri olmayanları, onları kullanamayanları yani doğası gereğince köle olanları ve kadınları yurttaş olarak kabul etmez. Yurttaş olarak kabul etmemesi, “insan” olarak kabul etmediği anlamına gelmez. Ancak köleleri ve kadınları akli yetilerinden dolayı – çocukları da henüz gelişmediklerinden – daha aşağı insan olarak gördüğü açıktır. Aristokrasi, “en iyilerin egemenliği” olarak iyi adam ve iyi yurttaşın bir ve aynı olduğu yönetim biçimidir. Yöneticilerin servete değil, liyakate göre seçildikleri bir anayasadır.Yöneticilerin en iyilerden seçilmeleri gerektiği yine erdeme yapılan vurguyu gösterir. Bu aristokrasi, soy ya da zenginler aristokrasisi değil, yalnızca erdemliler aristokrasisidir. Ve en iyilerin egemenliği olan gerçek aristokrasi, tek’in egemenliği olan krallıktan iyidir.Soyluluk gibi doğuştan getirilen niteliklerle yöneten ve yönetilenin belirlendiği bir yönetim biçimi olarak aristokrasi, insan algısını soylu insan, soylu-olmayan insan olarak yine bir üstünlük, aşağılık şeklinde değerlendirilmesine neden olmuştur. Yani krallık ve aristokrasi iyi yönetim biçimleri olsa da “insan”ın mutlak adalet ya da mutlak eşitlik içinde olduğu yönetim şekilleri değildir. Aristoteles, siyasal olarak en iyinin sadece teorik yanıyla ilgilenmemiş aynı zamanda en iyiye ulaşılmadığında, pratikte siyasal olarak neyin gerekli olduğu üzerine de düşünmüştür.Siyasal yönetime gitmesi bunun en açık göstergesidir; çünkü siyasal yönetim (politeia), pratikte uygulanabilirlik bakımından krallık ve aristokrasiye göre daha uygundur. Politeia yani siyasal yönetim; çoğunluğu da azınlığı da; yoksulları da zenginleri de niteliksel üstünlüğü de niceliksel üstünlüğü de hatta düşüklüğü de birlikte gözetebilecek bir “orta yol” dur. Nasıl ki erdem bir “altın orta”dır ve mutluluk da erdeme uygun bir hayat sürdürmektir; aynı ilke devletlerin iyilik ya da kötülükleri için de kriter olmalıdır. Çünkü devlet de ailelerde olduğu gibi zengin, yoksul ve orta halli ailelerden oluşur. İki aşırılık arasındaki orta sınıf, devlette en istikrarlı öğedir ve yönetimler içinde değişikliği en az isteyenidir. Siyasal yönetim, oligarsi ve demokrasinin bir karışımıdır. En karakteristik özelliği yurttaşlıkta hem zenginlik hem de özgürlük durumunu hesaba katmasıdır. Bu hesap, birini ön plana çıkarıp diğerinin dışlandığı bir hesap değil, iki durum için de orta olanın hesabıdır. Bu yüzden aşırı uçtaki partiler arasında dengeyi koruyabilen orta sınıfa mensup bir yurttaş topluluğuna sahip olan şehir devleti mutludur. Orta sınıf, karşıtlarının oluşturduğu bir koalisyondan korkması gerekmeyen tek sınıftır; çünkü zengin ve yoksul, orta sınıfa her zaman birbirlerine güvenebileceklerinden daha fazla güveneceklerdir. Siyasal yönetim iki sapma anayasanın doğru yönlerinin birleşmesi ile ortaya çıkar. Oligarşiden sınırlı mülkiyet koşulu ilkesi, demokrasiden de yurttaşların siyasal katılımı ilkesi alınmıştır. Bir orta sınıf yönetimi oluşu buradan gelir; çünkü zengin ve yoksul sınıf birbirine karışmıştır. Bu bakımdan siyasal yönetim ile yönetilen devletlerde orta sınıf devletin tabanını oluşturur ve insanlar arasında ciddi farlılıklar olmaz. Ortanın olduğu yer, yaşamak için en makul olan yerdir; bu nedenle ortanın egemen olduğu devlet ya da anayasa, iyi yönetilme olasılığının en fazla bulunduğu yerdir. Kurgusu “orta yol” olarak geliştirilen bu sistemde bir anarşizmden söz edilemez; aksine toplumsal ve siyasal düzenle uyum söz konusudur. Yönetim biçimi ya da anayasa devletin formudur.Nasıl ki her madde bir forma sahipse ve her canlı, form ve maddeden oluşan bileşik bir varlıksa devlet de anayasa ve yurttaşlardan meydana gelen bileşik bir varlıktır. Bu durum, devletin organizmacı bir perspektife indirgenmesi değil metafiziğe dayanması anlamına gelir. Anayasalar da gösteriyor ki hiçbir devlet tek bir varlık değildir ve hepsi birçok parçalardan meydana gelir. Bunlar; 1. Yiyecek üretimiyle uğrasan halk kitlesi yani toprağı sürenler, Çiftçiler, 2. Banausoi denilen sınıf, yani bir şehrin isleyebilmesi için zorunlu uğraşıları izleyenler ki bunlar da mutlak olarak zorunlu isleri yapanlar yani esnaf ve daha yüksek bir konfor ya da kültür düzeyine hizmet edenler yani zanaatkarlar diye iki türlüdür. 3. Zamanlarını, toptan ve perakende alışverişle geçiren kesim yani tüccarlar, 4. Belli bir ücret karşılığı çalışanlar yani işçi kesimi, 5. Şehri savaşta savunacak sınıf yani askerlerdir. 6. Adalet dağıtanlar yani yargıçlar sınıfı, 7. Devlete malları ve mülkleri ile hizmet edenler yani varlıklılar sınıfı, 8. Yönetsel islerle uğraşanlar yani yönetici sınıf. Devlette bulunan bu sınıflar, adalet ve erdem ile hareket ettikleri sürece bir arada yaşayabileceklerdir. Devlet en yüksek iyinin, insan için iyinin gerçekleşmesinde bir araçtır ve “…bir şehrin anayasası, gerçekte yasama biçimidir.”Buna göre ideal anayasaya göre ideal devlet, iyi adam ve iyi yurttaşın aynı olduğu devlettir; o halde ideal devlette yurttaşlar gerek etik gerekse siyasal bakımdan erdemli insanlardır. Bu nedenle mutluluk, ancak ideal devlette yaşanacaktır. Yani ideal devlet, yurttaşları için boş zaman oluşturarak onların en yüksek yaşamı yani teoria yaşamını sağlayan devlettir. Bir devlette yaşayan herkesin mutluluğu ve iyiliği mümkün müdür? Aslında bu, olanaksız bir şey değildir. Eğer devlet ya da anayasa iyi ve mutlu olmalarını sağlayan koşullara sahip ise herkesin iyi ya da mutlu olması beklenebilir. Bu koşullar doğa, alışkanlık ya da eğitim ve akıldır. (Bu koşullar haz, siyaset ve teoria yaşamına karşılık gelir.). Doğa derken bir insanın insan olarak doğması kastedilir; yani kendisinde bir insan vücudu ve akıl olmalıdır. Belli birtakım niteliklerle doğmuş olmakta hiçbir zarar bulunmayabilir, çünkü alışkanlık ve eğitim bunlarda değişikliklere yol açar. Yaratıkların çoğunluğu yalnızca doğaya göre yasar; bazıları bir ölçüde alışkanlıklara göre de yaşar. İnsan, bunların yanında akla göre de yaşar, akıl yürütme yetisi yalnız onda vardır. İyi bir insanın meydana gelmesi için bunların üçünün de uyumlu olması gerekir.Fakat akıl, uygunsuz durumlarda uyumluluğunu bozup hükmedilmektense hükmetmek için harekete geçmelidir; çünkü sadece akıl, etkin olduğu sürece insanın en iyi yaşama ulaşma yolu açıktır.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol